Doç. Dr. Gökhan Yavuz DEMİR | Antropoloji Klasiklerini Okuma Yöntemi

[sablon_gorsel]

 Anadolu İlahiyat Akademisi

Geleceğin Akademisyenlerini Arıyor Projesi

Ara Kamp Ders Raporu

 

Klasikleri Okuma Yöntemi Grubu

Tarih: 23 Ocak 2024
Ders: Antropoloji Klasiklerini Okuma Yöntemi
Hoca: Doç. Dr. Gökhan Yavuz Demir
İşleniş: 48 Kişi
Özet: Derse Hayrunnisa Akgün’ün takdimiyle başlandı. Ders online işlendi Antropolojinin temel konusu esasında “öteki”dir. İnsanın kendi kimliğini inşa ve var edebilmesi için ötekine ihtiyacı vardır. çoğu zaman kendimizi öteki üzerinden var ederiz. İnşa ederiz. İnsan kendini öteki üzerinden görerek var eder. İnsanın en yabancı olduğu şey kendisidir aslında. Çünkü kendi sesimizi içimizden duyarız.  İnsan kendine meçhuldür. İnsanlık tarihinin en esi mitlerinden biridir. Orada da Gılgamış Enkidi’nun ötekisidir. Gılgamış kendi karakterini Enkidu ile ilişkisinden var eder. Sosyal bilimlerdeki yaklaşımlar da, bireysel kimliğimizden toplumsal kimliğimizle ilişkimizde de öteki üzerinden bir ilişki kurulur.  Herhangi bir gezgin seyahat yaptığı yerden döndüğünde ne anlatıyorsa ona inanılıyordu. Ötekiyi tanımanın yolu buydu çünkü. Bu yüzden inanılmaz hikayeler mitler üretiliyordu.  *** Herodot çıkıyor Yunanistan’dan Orta Doğu’yu Mısır’a kadar gidiyor geziyor. Persleri görüyor, Mısırlıları görüyor vesaire. İlk önce tabii ki şok oluyor. Yani kendisinin hiç normal saymadığı, kendisinin alışkın olduğu şeylere taban tabana zıt, bugünkü ifadeyle anormal ya da sapkın diyebileceği birtakım adetler ve davranışlar görüyor. Tabii ki her ötekiyle karşılaşanın yapacağı gibi iki ayrı tavır sergiliyor Herodot. Birincisi kendi değerlerine ve adetlerine daha çok sarılıyor dört elle ve onları yargılıyor. İkincisi, bir süre sonra “bunlar da buna inanıyorlar, buralarda da böyle yaşanıyor, böyle bir örf adet var” demeye başlıyor. Antik Yunan’da bu tutum var. Çünkü bugün bizim kullandığımız barbar kelimesi de Grekçe’den geliyor. Grekçe barbaroi‘den geliyor. Kendilerinden farklı bir takım yaşama formlarının, kültürlerin, toplumların olduğunu farkındaydılar. Ama ne yaptılar? Aralarına bir sınır koydular kendileriyle onların arasında. Biliyorsunuz Grekler Grekçe’ye logos diyorlardı. Yani logos vurucu sözdü, akıldı değil mi? Çift anlama gelen bir kelimedir logos. Hem akıl anlamına gelir hem söz anlamına gelir. Yani kendi kullandıkları dili, Yunanca’yı, Grekçe’yi akılla özdeşleştiriyorlardı. Ona logos diyorlardı. Diğer toplumların dillerine de barbaroi diyorlardı. Kulak tırmalayan ses demek. Kulağı rahatsız eden çirkin ses demek barbaroi. Ne demek bu? Yani Yunanca’dan farklı dillerin olduğunu kabul ediyorlar, görüyorlar ama kendi dillerini merkeze alarak diğer dilleri yargılıyorlar ve diyorlar ki eğer dil Grekçe ise bunların dili baya kulak tırmalayan böyle hayvanların çıkardığı seslere benziyor. Bunu başka diller için söylüyorlar ve buradan gelen bir algıları var. Ötekini merak ediyorsunuz. Bu tabii ki bütün bir Orta Çağ boyunca da devam ediyor. ***  Robert Bernasconi’nin Irk Kavramını Kim İcat Etti isimli bir kitabı vardır. Çok güzel bir kitaptır. Çünkü şunu sorguluyor: Özgürlükler filozofu olarak bilinen ve insan hakları konusundaki kurucu metinlere imza atan John Locke köle ticareti yapan bir firmanın ortaklarındandı. Bunu tabii ki Locke’u mahkum etmek yargılamak için söylemiyorum. Locke burada ahlaki bir problem görmedi. Çünkü Locke insan haklarından bahsederken Locke’un tanımladığı insan WASP’tı. Yani White Anglosakson Protestan. Biz bunu daha da genelleştirsek şunu diyebiliriz. Beyaz, Avrupalı ve Hristiyan. İnsan buydu. Şimdi zenci dediğiniz buna benzemiyor. Siyah, Hristiyan değil ve Avrupalı da değil. Şimdi o ne olacak? O zaman onu işte köle olarak kullanabiliyorsun ve burada ciddi tartışmalar da var. Çünkü bu adamları bir de Hristiyan yapıyorlar misyonerler. Yani Kızılderilileri de misyoner Hristiyan yapıyorlar Zencileri de. Misyonerlik faaliyetleri çok kuvvetli. Hristiyan olmayan Zenci ve Kızılderili kalmıyor neredeyse. Peki Hristiyanlıkta köle yasak. Yani Hristiyanlık biliyorsunuz kuruluşu itibariyle kölelerin dini ve kölelere bir özgürlük vaat ediliyor. Köleler özgürleşmek için Hristiyan oluyorlar. Buradaysa bir Hristiyan’ın bir Hristiyan’ı köle etmesi durumu var. Bu ciddi bir problem. Nasıl çözecekler? Evet batı düşüncesinde 17. ve 18. yüzyıllarda büyük filozofların hepsi buna kafa patlatıyorlar. Locke, Hegel, Kant vs. hepsinin de cevabı var ve çoğu cevap hakikaten içler acısı. Yani mesela zencileri kendi haline bıraksanız gelişmezlerdi. Evet çok kötü şartlarda yaşıyorlar, işkence görüyorlar vesaire ama bu onlar için iyi bir şey çünkü üç kuşak sonra insan olacaklar diyor. Yani medeniyetle tanışacaklar. Bu işte etnosentrizmin en kötü türü yani en uç noktası. Kendi kültürünü merkeze koyup, kendini, kendi dışında kalan bütün insanlığa bir model olarak sunmak. Ulaşılması gereken tek bir mertebe, tek bir medeniyet var o da bizim medeniyetimiz. Tek bir insan var, o da biziz. Yani insan olmak istiyorsanız bize benzeyeceksiniz. Medeni olmak istiyorsanız alın size medeniyet, bu olacaksınız. Kendine benzemeyen her kültürü de ilkel, geri kalmış ya da insanla hayvan arasında bir mertebeye yerleştirmek; bu çok despotik bir şey *** Birinci Dünya savaşına geldiğimizde artık modern bir disiplin olarak antropolojiden bahsedilebilir. Bu anlamda belki de rüştünü en genç ispat eden modern disiplin, modern sosyal bilim antropoloji. Dört isim çok önemli, kurucu baba diyebiliriz. Bunlar 1920’ler, 1930’lar, 1940’larda kendi bulundukları antropolojik gelenekleri içinde çok egemenler. Birincisi, Kuzey Amerika yani Amerika Birleşik Devletleri’ndeki antropolojinin en önemli ismi. Çünkü orada antropolojiyi var eden adam: Franz Boas. O bir Alman, bir Yahudi ve kaçmak zorunda kalıyor. Yani bugünkü anlamıyla Kuzey Amerika’da bir mülteci, bir siyasi sığınmacı. Amerika’ya gidiyor. Mesela İlkel İnsanın Zihni diye bir kitabı var Türkçe’de. Boas hakikaten Amerika’da antropolojiyi kuruyor. Alman eğitimi gördüğü için Alman felsefesini sırtına yaslıyor ve o yüzden de relativizm, tarihsel tikelcilik, her kültürün biricikliği bu vuruları Kuzey Amerika’da çok etkili oluyor. Bir anlamda evrimciliğin ve difüzyonizmin yani o rasyonel evrensel toplum fikrinin eleştirisini de götürüyor Kuzey Amerika’ya. Tabii dediğim gibi çok avantajlı. Neden avantajlı? Çünkü 20. yüzyılın başında Kuzey Amerika antropologlar için hakikaten bir doğal park gibi. Yani şehirden çıkıp şöyle 20 kilometre gidiyorsunuz hop bir Kızılderili kabilesi. O yüzden de Boas’ın öğrencilerinin arasında çok büyük antropologlar var. Ruth Benedict, Margaret Mead bunlardan bazıları. Hatta Ruth Benedict’in meşhur kitaplarından biri Kültür Örüntüleri. Çok önemli bir kitaptır.  Boas’ın metodolojisi saha çalışmasını içeriyor. Tabii ki bu konfordan kaynaklanan bir şey. Sahaya çıkıyor ama sahada uzun süre kalmıyor. Yani Kızılderili kabilelerine gidiyor mesela üç gün inceliyor şehre geri dönüyor ve bunu on yıl boyunca yapabiliyor. Yani şimdi baktığınız zaman çok uzun bir saha araştırması, neredeyse on yıl. Ama ikişer gün, üçer gün kalmış gittiğinde ve Boas Kızılderililerin dillerini bilmiyor. Bu yüzden de İngilizce öğrenmiş ve modern eğitim kurumlarından geçmiş Kızılderilileri kullanıyor. Yani bir çevirmen aracıyla çalışıyor esasında.  Kurucu babalardan ikincisi Fransa’da Marcel Maus. Durkheim’in yeğeni bu adam ve onun sosyolojisinden etkileniyor. Toplumun bütünsel yapısına çok önem veriyor ve tabii ki o Durkheim’in sosyolojik teorisini çok iyi içselleştirmiş. Onun kavramlarını çok iyi içselleştirmiş. Durkheim’in ölümünden sonra Maus bunu batı dışı toplumlara uyarlamaya çalışıyor. Ama Maus saha çalışması yapan biri değil. Hatıratlardan topladığı verilerle bu işi yapıyor. Mesela Mouse’un güzel bir kitabı var: Sosyoloji ve Antropoloji. Birtakım önemli ritüelleri incelediği kitap ki bendeki baskısında şansıma Levi Strauss’un Marcel Maus’u anlattığı önsüzü var.  Üçüncüsü ve dördüncüsü İngiliz. Mesela Almanya’da antropoloji o anlamda yok. Çünkü Almanya’nın sömürgeleri yok. Zaten o yüzden Birinci Dünya Savaşı’nı ve İkinci Dünya Savaşı’nı çıkaracaklar. Ama Almanya’da olan şey de şu. Mesela difizyonizm yani bir tür kültürel tarihçilik, bir tür felsefi antropoloji ve çok yaygın. Yani Alman üniversitelerinde bu çok hafif. Ama sahaya çıkma dediğimiz zaman İngiltere ve Kuzey Amerika baskın. İngiltere özelinde Radcliff Brown ve Bronislaw Malinowski sayılabilir. Malinowski ile Radcliffe Brown aynı üniversitedeler ama hiç aynı dönemde aynı üniversitede çalışmıyorlar. O kadar birbirlerinden haz etmiyorlar ki farklı iki antropoloji geleneğine sahipler. Radcliffe Brown sahaya çıktığında üniversiteye Malinowski dönüyor. Malinowski sahaya çıktığında Radcliffe Brown dönüyor. Öğrenciler de aralarında gidip geliyor.  Malinowski esasında bizim anladığımız anlamda katılımcı gözlemci fikrini getiren antropolog. Sahaya gidiyor, uzun süre kalıyor. Mesela 6 ay kalıyor. Boas’tan farklı olarak bir kültürü anlamak istiyorsanız çevirmeni aradan çıkartmanız gerekir diyor. Antropolog incelediği toplumun dilini bilecek, çevirmen kullanmayacak diyor. Meşhur Trobriand Adaları’nda uzun süre yerlilerle yaşıyor ve orada onların cinsel hayatlarından tutun da gündelik hayatlarına, oradaki büyüye, kültürel adetlere kadar bir ton kitap çıkarıyor. Hatta ilk kitabına ön sözü yazan James Frazer. Çok ironik bir şey. Çünkü esasında Malinowski’nin yapmaya çalıştığı antropoloji James Frazer’ın yapmaya çalıştığı antropolojiyi yok edecek olan antropoloji. Yani Frazer kendisini tarihten silecek olan çocuğun kitabına ön söz yazdığının farkında değil.  Esasında çoğu antropolog Lévi-Strauss’a kadar batı dışı toplumlara da böyle bakıyor. Yazıları yoksa tarihleri de yok diye değerlendiriyorlar. O yüzden antropologlar bu yazısız toplumlara baktıklarında diyorlar ki bunların tarihi yok tarihte de o yüzden ilerlemiyorlar. Burada tarihin motorları durmuş. Levi Strauss diyor ki hayır onların da tarihi var. Mesela Lévi-Strauss meşhur kitaplarından biri Irk, Tarih ve Kültür’de o toplumların da tarihi olduğu ama bizim anladığımız anlamda bir tarih olmadığını anlatır. Sözlü kültüre ait bir tarih anlayışı mevcut ve bu tarih anlayışını da esasında mitler üzerinden ilerliyor. Bu tarz kabilelerde daima bir hikaye anlatıcı vardır. Bu o kabilenin esasında tarihinin anlatıcısıdır. Mesela Kızılderililer arasında kabile kabile gezer bu anlatıcı. Anlattığı şey ne? Esasında yeni kuşaklara tarihi anlatır. Ama bu tarihi rakamsal kronoloji üzerinden anlatmaz. Çünkü öyle bir zaman anlayışları yok. Nasıl anlatır? İşte o yıl büyük kıtlık vardı, büyük kuraklık vardı vesaire.  O yüzden klasikleri okuyacaksanız, yani Lévi-Strauss’u okuyacaksanız onun polemiğe girdiği, husumet içinde olduğu, ihtilaflı olduğu antropolojik görüşü ya da felsefi ekolu aynı anda senkronize bir şekilde okursanız o okuma bir işe yarar. O yüzden bence bütün bu düşünce tarihi içerisinde ne çalışıyorsanız çalışın o alanın içerisindeki ekolleri, kurucu önemli isimleri esasında birbirleriyle olan polemikleri, ihtilafları, husumetleri, anlaşmazlıkları üzerinden anlayacaksınız. İşte klasikler okunurken anlaşılması gereken şey budur. Yani o zaman Malinowski’yi kendi konteksti içerisinde konumlandırıp antropoloji tarihi içerisinde, o sosyal ağın içerisinde, ihtilaflar ağı içerisinde bir yere konumlandırıp okuduğunuz zaman Malinowski’yi anlarsınız. Ancak o zaman Lévi-Strauss’u anlayabilirsiniz ve Lévi-Strauss’u anladığınız zaman da esasında 20. yüzyıldaki pek çok sosyal bilimciyi, pek çok düşünürü de anlamaya başlarsınız. 
Ön Okuma Metni: —-
 

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Scroll to Top